DADALOĞLU
Perş. Haz. 10, 2010 6:55 pm
DADALOĞLU
(18-19.yy)
Dadaloğlu; kayseri, Kahramanmaraş, adana üçgeni içinde yaşamış, Torosların gür sesi Karacaoğlan kadar güçlü bir ozanımızdır. Toroslar’daki göçebe Türkmenlerin Avşar boyundandır. Hayatı konusunda kesin bilgimiz yoktur. O, bazı şiirlerinde Fırka-i İslahiye’nin Türkmen aşiretlerini yerleştirme çabası karşısındaki duygu ve düşünceleri ile derebeyler, aşiretler arasındaki savaşları dile getirmiştir.
Şiirlerinde, yiğitçe bir sesleniş olduğu gibi; duygulandıran, içli bir söyleyişi de vardır. Türkçe’yi başarılı kullanmıştır. Dadaloğlu, içinde bulunduğu tarih ve toplum olayları karşısında, çevresinin duygu ve düşüncelerini dile getirmiş olması bakımından da önemlidir.
KALKTI GÖÇ EYLEDİ AVŞAR İLLERİ
AĞIR AĞIR GİDEN İLLER BİZİMDİR
ARAB ATLAR YAKIN EDER IRAĞI
YÜCE DAĞDAN AŞAN YOLLAR BİZİMDİR.
DADALOĞLU VE KAYSERİ HAKKINDA BİRKAÇ SÖZ
Acaba halk arasında Yörük, Türkmen, Avşar gibi kavramların birbirinden ayrılan yönleri var mıdır diye düşündüm. Bir adam, eğer Doğuda ya da Anadolu’nun iç bölgesinde yaşıyorsa ona Türkmen deniyor; aynı adam, Ege bölgesine ya da Rumeli’ye doğru yürümüşse ona da “Yörük” deniyor. Yani adamın değiştiği yok ama isim değişiyor. Kayseri’de Avşarlar, “Türkmenler bizim emmi oğlumuz” derler. Çünkü Kayseri’de Avşarlar sayıca çoktur ve boy adlarını unutmamışlardır. Halbuki Avşar bir boy adıdır, Türkmen ise Oğuz’un karşılığı, yani bütün Oğuz boylarının tamamına verilen bir isimdir. Öyleyse Avşarlar da Türkmendir ve Avşar Türkmeni demek daha doğrudur.
Bir de son güzlerde asıllarını söylemekten çekinen ve kem küm eden adamlarla karşılaştım. “Biz Pınarbaşı tarafından gelmişiz ama emin olun, ben oraları hiç bilmem, oralarda yaşamadım, ben doğma büyüme şehirliyim” vs. diyorlar. Bu sözler ekonomik durumunu düzeltmiş insanlarda daha fazla gözüküyor. Bunda sıkılacak ne var anlamadım. Adamcağız göğsünü gere gere Türkmen’im diyemediğine göre, başka asaletler arıyor kendisine demek ki... Bu memlekette Yörük, Türkmen, Avşar, Kızık, Kayı olmak asaletlerin en şereflisi değil midir? Bu ülkede Türk olmak, bu ülkeyi fetheden fatihlerden olmak değil midir?
Kayseri’nin yerlisi olduğunu söyleyen bir başka muhterem zat da kendisini Türkmenlikten sıyırmaya uğraşıyor. Ne garip... 240 metrekarelik evde oturmak ya da lüks arabalara binmek Türkmenlikten çıkmayı gerektirmez. Kayseri, Moğol istilasından sonra yerle bir edildi ve şehirde sadece vahşi köpekler kaldı. Şehri Türkler yeniden kurdular. Kadı Burhanettin, Ömeroğlu Cüneyt, Türkmen beyleriydi ve Kadı Burhanettin, Salur boyundan geliyordu. Aleaddin Ali, Uygurların beyi idi. Yani Kayseri’nin mahallelerini Uygurlar ve Türkmenler kurdular. Şehrin Türk halkı bunlardan müteşekkildir.
Kayseri’nin eski zamanlarına baktığımızda, mesela M.1500’de mahallerin tamamında Türkmen nüfusun bulunduğu anlaşılıyor. Örnek olması açısından ifade edeyim, bu tarihte Karataş Yörükleri İncesu tarafından gelip Hasünlü Mahallesini, Ramazanlılar Develi tarafından gelip Dündar Mahallesini, Kabaklılar ve Sarı keçililer gelmişler Hüseyinli Mahallesini, Şerefliler Zamantı’dan gelip bir kısmı İslamlu’ya (Himmetdede, Yemliha bölgesi) bir kısmı da şehre gelip Şeref Mahallesini, Eymür boyundan gelen Hacı Bayramlılar, Bayram Hacı Mahallesini, Avşar boyuna mensup Selmanlılar ve Hacı İvazlılar, Selmanlı ve Hacıivaz Mahallelerini kurmuşlar. Kayı boyundan gelen Kara keçililer kendi adlarıyla Kara Keçili mahallesini kurdular. Kızık boyundan gelenler de Bozatlı Mahallesini kurdular. Hülasa, 505 sene önce Kayseri’de gayrimüslim nüfusun karşısında nüfusun yüzde doksanı Türktü. O zamanki Türkler de kendilerinin oymak adlarını mahallelere verdiler ve bu isimler bize yadigar kaldı.
16. yüzyılda Karacaoğlan, Kayseri’ye de yer verdiği şirinde bakın ne diyor:
Ali dağı, Erciyes’in eteği
Sümbüller yatağı, güller biteği
Yüce tepelerin Avşar yatağı
Burcu burcu kokar gülün Erciyes
Yani daha 18. yüzyıldaki büyük Avşar göçü gerçekleşmeden önce, 16. yüzyılda Kayseri’de önemli ölçüde Avşar nüfusu vardı. Lakin 18. yüzyılda Anadolu’da Türkmen ya da Avşar olmak hiç de kolay bir şey değildi. Devlet, Türkmen aşiretleriyle öyle bir gerginlik çıkarmıştı ki zaman zaman çatışma ortamı doğmaktaydı. Bir taraftan Osmanlı ordusuna asker veren insanlar, yeri geliyor kendi çocukları ile savaşmak zorunda bırakılıyordu. Göç, sürgün, salgın hastalık, bitip tükenmeyen huzursuzluklar ve zaman zaman da ortaya çıkan, katliam derecesine varan kıyımlar...
1785'te Dadaloğlu böylesine bir gerginlik içinde göçebeliği sürdüren bir Avşar (Türkmen) çocuğu olarak dünyaya geldi. Seksen üç yıl süren uzun hayatı boyunca Osmanlıların başından altı padişah gelip geçti : I. Abdülhamit (1774-1789), III. Selim (1789-1807), IV. Mustafa (1807-1808), II. Mahmut (1808-1839), I. Abdülmecit (1839-1861), Abdülaziz (1861-1876).
Osmanlı Devleti'nin Kanuni Sultan Süleyman'dan sonra girdiği gerileme dönemini reformlarla durdurmaya uğraşan, iç çözülmeleri önlemek, güçsüzleşen merkezi yönetime karşı başına buyruk yerel yönetimlerin oluşmasını engellemek için çaba gösteren bütün bu padişahlar, göçebe aşiretlerin belirli bölgelere yerleştirilmelerini, devlete vergi, orduya asker vermek için sayımdan geçirilmelerini sağlamaya çalıştılar.
Dadaloğlu, Osmanlılardan gelen baskılara yıllarca direnerek göçebeliğini sürdüren, sırasında yayladan yaylaya kaçan, sırasında üstüne gönderilen devlet güçleriyle savaşan Avşar boyuyla birlikte çok çetin bir ömür sürdü. Son yıllarının "Ferman padişahın dağlar bizimdir" diye seslenmesine sebep olan büyük acısını ise Abdülaziz'in 1865'te kurup geniş yetkilerle donatarak, göçerlik sorununu kökünden çözmek üzere, Derviş Paşa komutasında bölgeye gönderdiği "Fırka-i Islahiye" karşısında tattı.
Kitaplar hep Dadaloğlu’nun bir aşiret şairi olduğunu söylerler. Dadaloğlu, bir aşiretin değil, bütün Türk Milletinin şairidir. Onun şiirinde Avşar boyunun aklı karalı nice günleri, maceraları anlatılır ama şiirleri dikkatlice incelendiğinde Dadaloğlu’nun birçok Türkmen beyi ve oymağı hakkında da bilgi verdiği görülür. Mesela, Cerit Türkmnelerinin beyi Memici Ağa’ya sesleniyor ve diyor ki:
Bire Memicioğlu'm unutma bunu
Lorşun benim derdin hanıya Hunu
Unuttun mu kuzum geçen günleri
Yalman kalpak geyer idi beyleri
Bu şiiri okuyunca devlet tarafından sürgüne gönderilen Avşarların yurdu Binboğa’ya Cerit Türkmenlerinin yerleşmesinin Dadaloğlu’nu kızdırdığını görüyoruz.
Bir başka şiirinde Kozanoğlu Beylerinden Küçük Ali Oğlu Halit Bey’i methediyor:
Âşık DADAL, varsın ünün söylensin
Haleb'in paşası sofrasını dürsün
Beylan'ın beyleri pekmezin satsın
Tuğlar sana lâyık Küçük Ali Oğlu
Bu övgünün sebebi de Kozanoğullarından Küçük Ali Oğlu’nun üzerlerine gönderilen kuvvetleri mağlup ederek, bölgede hükümdarlığını Osmanlı’ya karşı ilan etmesidir.
Bu örneklerde olduğu gibi daha birçok Türkmen ve Avşar beyleri onun şiirine konu olur. Elbeyli Beyi Osman Paşa, Reyhanlı Aşireti beyi Mürseloğlu Haydar, Avşar beyi Mirza Oğlu, Türkmenoğlu Kara Ahmet, Kozanoğlu Yusuf Ağa, Çapanoğlu, Mühazimoğullarından Tırnaksız Ahmet Paşa gibi daha birçok Türkmen beyinin macerasını Dadaloğlu’nun şiirinde takip etmek mümkün gözüküyor.
(18-19.yy)
Dadaloğlu; kayseri, Kahramanmaraş, adana üçgeni içinde yaşamış, Torosların gür sesi Karacaoğlan kadar güçlü bir ozanımızdır. Toroslar’daki göçebe Türkmenlerin Avşar boyundandır. Hayatı konusunda kesin bilgimiz yoktur. O, bazı şiirlerinde Fırka-i İslahiye’nin Türkmen aşiretlerini yerleştirme çabası karşısındaki duygu ve düşünceleri ile derebeyler, aşiretler arasındaki savaşları dile getirmiştir.
Şiirlerinde, yiğitçe bir sesleniş olduğu gibi; duygulandıran, içli bir söyleyişi de vardır. Türkçe’yi başarılı kullanmıştır. Dadaloğlu, içinde bulunduğu tarih ve toplum olayları karşısında, çevresinin duygu ve düşüncelerini dile getirmiş olması bakımından da önemlidir.
KALKTI GÖÇ EYLEDİ AVŞAR İLLERİ
AĞIR AĞIR GİDEN İLLER BİZİMDİR
ARAB ATLAR YAKIN EDER IRAĞI
YÜCE DAĞDAN AŞAN YOLLAR BİZİMDİR.
DADALOĞLU VE KAYSERİ HAKKINDA BİRKAÇ SÖZ
Acaba halk arasında Yörük, Türkmen, Avşar gibi kavramların birbirinden ayrılan yönleri var mıdır diye düşündüm. Bir adam, eğer Doğuda ya da Anadolu’nun iç bölgesinde yaşıyorsa ona Türkmen deniyor; aynı adam, Ege bölgesine ya da Rumeli’ye doğru yürümüşse ona da “Yörük” deniyor. Yani adamın değiştiği yok ama isim değişiyor. Kayseri’de Avşarlar, “Türkmenler bizim emmi oğlumuz” derler. Çünkü Kayseri’de Avşarlar sayıca çoktur ve boy adlarını unutmamışlardır. Halbuki Avşar bir boy adıdır, Türkmen ise Oğuz’un karşılığı, yani bütün Oğuz boylarının tamamına verilen bir isimdir. Öyleyse Avşarlar da Türkmendir ve Avşar Türkmeni demek daha doğrudur.
Bir de son güzlerde asıllarını söylemekten çekinen ve kem küm eden adamlarla karşılaştım. “Biz Pınarbaşı tarafından gelmişiz ama emin olun, ben oraları hiç bilmem, oralarda yaşamadım, ben doğma büyüme şehirliyim” vs. diyorlar. Bu sözler ekonomik durumunu düzeltmiş insanlarda daha fazla gözüküyor. Bunda sıkılacak ne var anlamadım. Adamcağız göğsünü gere gere Türkmen’im diyemediğine göre, başka asaletler arıyor kendisine demek ki... Bu memlekette Yörük, Türkmen, Avşar, Kızık, Kayı olmak asaletlerin en şereflisi değil midir? Bu ülkede Türk olmak, bu ülkeyi fetheden fatihlerden olmak değil midir?
Kayseri’nin yerlisi olduğunu söyleyen bir başka muhterem zat da kendisini Türkmenlikten sıyırmaya uğraşıyor. Ne garip... 240 metrekarelik evde oturmak ya da lüks arabalara binmek Türkmenlikten çıkmayı gerektirmez. Kayseri, Moğol istilasından sonra yerle bir edildi ve şehirde sadece vahşi köpekler kaldı. Şehri Türkler yeniden kurdular. Kadı Burhanettin, Ömeroğlu Cüneyt, Türkmen beyleriydi ve Kadı Burhanettin, Salur boyundan geliyordu. Aleaddin Ali, Uygurların beyi idi. Yani Kayseri’nin mahallelerini Uygurlar ve Türkmenler kurdular. Şehrin Türk halkı bunlardan müteşekkildir.
Kayseri’nin eski zamanlarına baktığımızda, mesela M.1500’de mahallerin tamamında Türkmen nüfusun bulunduğu anlaşılıyor. Örnek olması açısından ifade edeyim, bu tarihte Karataş Yörükleri İncesu tarafından gelip Hasünlü Mahallesini, Ramazanlılar Develi tarafından gelip Dündar Mahallesini, Kabaklılar ve Sarı keçililer gelmişler Hüseyinli Mahallesini, Şerefliler Zamantı’dan gelip bir kısmı İslamlu’ya (Himmetdede, Yemliha bölgesi) bir kısmı da şehre gelip Şeref Mahallesini, Eymür boyundan gelen Hacı Bayramlılar, Bayram Hacı Mahallesini, Avşar boyuna mensup Selmanlılar ve Hacı İvazlılar, Selmanlı ve Hacıivaz Mahallelerini kurmuşlar. Kayı boyundan gelen Kara keçililer kendi adlarıyla Kara Keçili mahallesini kurdular. Kızık boyundan gelenler de Bozatlı Mahallesini kurdular. Hülasa, 505 sene önce Kayseri’de gayrimüslim nüfusun karşısında nüfusun yüzde doksanı Türktü. O zamanki Türkler de kendilerinin oymak adlarını mahallelere verdiler ve bu isimler bize yadigar kaldı.
16. yüzyılda Karacaoğlan, Kayseri’ye de yer verdiği şirinde bakın ne diyor:
Ali dağı, Erciyes’in eteği
Sümbüller yatağı, güller biteği
Yüce tepelerin Avşar yatağı
Burcu burcu kokar gülün Erciyes
Yani daha 18. yüzyıldaki büyük Avşar göçü gerçekleşmeden önce, 16. yüzyılda Kayseri’de önemli ölçüde Avşar nüfusu vardı. Lakin 18. yüzyılda Anadolu’da Türkmen ya da Avşar olmak hiç de kolay bir şey değildi. Devlet, Türkmen aşiretleriyle öyle bir gerginlik çıkarmıştı ki zaman zaman çatışma ortamı doğmaktaydı. Bir taraftan Osmanlı ordusuna asker veren insanlar, yeri geliyor kendi çocukları ile savaşmak zorunda bırakılıyordu. Göç, sürgün, salgın hastalık, bitip tükenmeyen huzursuzluklar ve zaman zaman da ortaya çıkan, katliam derecesine varan kıyımlar...
1785'te Dadaloğlu böylesine bir gerginlik içinde göçebeliği sürdüren bir Avşar (Türkmen) çocuğu olarak dünyaya geldi. Seksen üç yıl süren uzun hayatı boyunca Osmanlıların başından altı padişah gelip geçti : I. Abdülhamit (1774-1789), III. Selim (1789-1807), IV. Mustafa (1807-1808), II. Mahmut (1808-1839), I. Abdülmecit (1839-1861), Abdülaziz (1861-1876).
Osmanlı Devleti'nin Kanuni Sultan Süleyman'dan sonra girdiği gerileme dönemini reformlarla durdurmaya uğraşan, iç çözülmeleri önlemek, güçsüzleşen merkezi yönetime karşı başına buyruk yerel yönetimlerin oluşmasını engellemek için çaba gösteren bütün bu padişahlar, göçebe aşiretlerin belirli bölgelere yerleştirilmelerini, devlete vergi, orduya asker vermek için sayımdan geçirilmelerini sağlamaya çalıştılar.
Dadaloğlu, Osmanlılardan gelen baskılara yıllarca direnerek göçebeliğini sürdüren, sırasında yayladan yaylaya kaçan, sırasında üstüne gönderilen devlet güçleriyle savaşan Avşar boyuyla birlikte çok çetin bir ömür sürdü. Son yıllarının "Ferman padişahın dağlar bizimdir" diye seslenmesine sebep olan büyük acısını ise Abdülaziz'in 1865'te kurup geniş yetkilerle donatarak, göçerlik sorununu kökünden çözmek üzere, Derviş Paşa komutasında bölgeye gönderdiği "Fırka-i Islahiye" karşısında tattı.
Kitaplar hep Dadaloğlu’nun bir aşiret şairi olduğunu söylerler. Dadaloğlu, bir aşiretin değil, bütün Türk Milletinin şairidir. Onun şiirinde Avşar boyunun aklı karalı nice günleri, maceraları anlatılır ama şiirleri dikkatlice incelendiğinde Dadaloğlu’nun birçok Türkmen beyi ve oymağı hakkında da bilgi verdiği görülür. Mesela, Cerit Türkmnelerinin beyi Memici Ağa’ya sesleniyor ve diyor ki:
Bire Memicioğlu'm unutma bunu
Lorşun benim derdin hanıya Hunu
Unuttun mu kuzum geçen günleri
Yalman kalpak geyer idi beyleri
Bu şiiri okuyunca devlet tarafından sürgüne gönderilen Avşarların yurdu Binboğa’ya Cerit Türkmenlerinin yerleşmesinin Dadaloğlu’nu kızdırdığını görüyoruz.
Bir başka şiirinde Kozanoğlu Beylerinden Küçük Ali Oğlu Halit Bey’i methediyor:
Âşık DADAL, varsın ünün söylensin
Haleb'in paşası sofrasını dürsün
Beylan'ın beyleri pekmezin satsın
Tuğlar sana lâyık Küçük Ali Oğlu
Bu övgünün sebebi de Kozanoğullarından Küçük Ali Oğlu’nun üzerlerine gönderilen kuvvetleri mağlup ederek, bölgede hükümdarlığını Osmanlı’ya karşı ilan etmesidir.
Bu örneklerde olduğu gibi daha birçok Türkmen ve Avşar beyleri onun şiirine konu olur. Elbeyli Beyi Osman Paşa, Reyhanlı Aşireti beyi Mürseloğlu Haydar, Avşar beyi Mirza Oğlu, Türkmenoğlu Kara Ahmet, Kozanoğlu Yusuf Ağa, Çapanoğlu, Mühazimoğullarından Tırnaksız Ahmet Paşa gibi daha birçok Türkmen beyinin macerasını Dadaloğlu’nun şiirinde takip etmek mümkün gözüküyor.
Geri: DADALOĞLU
Perş. Haz. 10, 2010 6:56 pm
Dadaloğlu gibi büyük şairleri sadece “aşiret şairi” deyip geçiştiremeyiz. O, “Ferman padişahın dağlar bizimdir” diyecek kadar yiğit, “severim kır atı, bir de güzeli” diyecek kadar ince ruhlu ve
Gönülden gönüle yol gider derler
Onu sürmeye bir hoşça can gerek, diyecek kadar “bilge” bir kişiliğe sahiptir. O, bu topraklara meftun olmuş bir gelenek şairidir.
Bereket var toprağında taşında
Kırık kırık eser yelin Binboğa
Seyfilerin döner yanı başında
Faraz avcı ister yerin Binboğa
Dadaloğlum der ki, sen seni tanı
Adam arap ata vermez mi yemi?
Sana derim sana dağlar sultanı
Sana eş olur mu, Belit, Binboğa
Derken “dağlar sultanı” dediği Binboğa’ya duyduğu sevginin göstergesi olan bu mısralarda onun yaşadığı çevre şiirine konu olur.
Dadaloğlu, yaşadığı zamana tanıklık etmiştir. Onun anlattığı tarihi vakalar, tarihçilerin kendi bakış açılarıyla ele almaları gereken birçok hadisenin tahliline de kolaylık sağlamaktadır.
Aşağıdan iskan evi geliyor
Bezirganlar koç yiğide gülüyor
Kitabın dediği günler oluyor
Yoksa devir döndü ahır zaman mı?
Aşağıda akça çığın ötünce
Katar başı mayaların sökünce
Şahtan ferman Türkmen ili göçünce
Daha da hey Osmanlıya aman mı?
Dadaloğlu, yaşadığı çevre olan Çukurova, Uzun Yayla, Aziziye ve Orta Anadolu’nun büyük bir şairi olmaktan öte bir yere gelmektedir. Onun halisane ve tertemiz Türkçesi, Dadaloğlu’nun Yunus Emre ile başlayıp Pir Sultan’la, Karacaoğlan’la devam eden geleneğin bir halkası olduğunu göstermektedir. “Ferman padişahın dağlar bizimdir” sözü gibi bazı sözlerinin artık halk dilinde deyim ve atasözü durumuna getirilmesi ise onun Nasreddin Hoca gibi halk lisanını etkilediğini göstermesi bakımından önemlidir.
Büyük ******’ün bir sözü var ki benim hayatımda yeri çok büyüktür. “Türk demek, Türkçe demektir” diyor. Kişilerin ve toplulukların adı ne olursa olsun Türkçeye ve Türk Milletine hizmet etmiş her insan başımızın her zaman tacı olmuştur. Dadaloğlu da Türkçeye büyük hizmetlerde bulunmuş bir ozan olarak Türk Milletinin hayatında asla unutulmayacak ve her zaman hak ettiği yerini alacaktır.
ASLIMI SORARSAN AVŞAR SOYUNDAN
Aslımı sorarsan Avşar soyundan
Ayrı düştüm aşiretten beyimden
Pınarbaşı'ndan da beş yüz evinen
Çıkıp da cana kıyanlardanım
Çekerim çileyi böyl'olsun bugün
Alırım mı sandın şol Kozan Dağın
Biz bir kurt idik de Bozoklu köyün
Ürkütüp sürüsün yiyenlerdenim
Dadaloğlum der de böyle olmazdım
Gördüğüm günlerin birini görmezdim
Kavga kızışınca geri durmazdım
Meydanda kardaşa kıyanlardanım
Gönülden gönüle yol gider derler
Onu sürmeye bir hoşça can gerek, diyecek kadar “bilge” bir kişiliğe sahiptir. O, bu topraklara meftun olmuş bir gelenek şairidir.
Bereket var toprağında taşında
Kırık kırık eser yelin Binboğa
Seyfilerin döner yanı başında
Faraz avcı ister yerin Binboğa
Dadaloğlum der ki, sen seni tanı
Adam arap ata vermez mi yemi?
Sana derim sana dağlar sultanı
Sana eş olur mu, Belit, Binboğa
Derken “dağlar sultanı” dediği Binboğa’ya duyduğu sevginin göstergesi olan bu mısralarda onun yaşadığı çevre şiirine konu olur.
Dadaloğlu, yaşadığı zamana tanıklık etmiştir. Onun anlattığı tarihi vakalar, tarihçilerin kendi bakış açılarıyla ele almaları gereken birçok hadisenin tahliline de kolaylık sağlamaktadır.
Aşağıdan iskan evi geliyor
Bezirganlar koç yiğide gülüyor
Kitabın dediği günler oluyor
Yoksa devir döndü ahır zaman mı?
Aşağıda akça çığın ötünce
Katar başı mayaların sökünce
Şahtan ferman Türkmen ili göçünce
Daha da hey Osmanlıya aman mı?
Dadaloğlu, yaşadığı çevre olan Çukurova, Uzun Yayla, Aziziye ve Orta Anadolu’nun büyük bir şairi olmaktan öte bir yere gelmektedir. Onun halisane ve tertemiz Türkçesi, Dadaloğlu’nun Yunus Emre ile başlayıp Pir Sultan’la, Karacaoğlan’la devam eden geleneğin bir halkası olduğunu göstermektedir. “Ferman padişahın dağlar bizimdir” sözü gibi bazı sözlerinin artık halk dilinde deyim ve atasözü durumuna getirilmesi ise onun Nasreddin Hoca gibi halk lisanını etkilediğini göstermesi bakımından önemlidir.
Büyük ******’ün bir sözü var ki benim hayatımda yeri çok büyüktür. “Türk demek, Türkçe demektir” diyor. Kişilerin ve toplulukların adı ne olursa olsun Türkçeye ve Türk Milletine hizmet etmiş her insan başımızın her zaman tacı olmuştur. Dadaloğlu da Türkçeye büyük hizmetlerde bulunmuş bir ozan olarak Türk Milletinin hayatında asla unutulmayacak ve her zaman hak ettiği yerini alacaktır.
ASLIMI SORARSAN AVŞAR SOYUNDAN
Aslımı sorarsan Avşar soyundan
Ayrı düştüm aşiretten beyimden
Pınarbaşı'ndan da beş yüz evinen
Çıkıp da cana kıyanlardanım
Çekerim çileyi böyl'olsun bugün
Alırım mı sandın şol Kozan Dağın
Biz bir kurt idik de Bozoklu köyün
Ürkütüp sürüsün yiyenlerdenim
Dadaloğlum der de böyle olmazdım
Gördüğüm günlerin birini görmezdim
Kavga kızışınca geri durmazdım
Meydanda kardaşa kıyanlardanım
Geri: DADALOĞLU
Perş. Haz. 10, 2010 6:56 pm
BOSTANCI BABA (BAHAEDDİN ÇELEBİ)
13. asırda yaşamıştır. Doğum ve ölüm tarihleri hakkında kesin bilgi yoktur. Mezarı İncesu yakınlarındadır. Hayatını, kavun/karpuz yetiştirdiği bahçesinde geçirirdi. Kendisine bu dönemde ''Bostancı Baba'' denilmiştir. Hacı Bektaş-ı Veli ile görüştüğü ve ondan feyz aldığı rivayet edilir. Bu konudaki hadise ise şöyle anlatılır;
''Hacı Bektaş-ı Veli, sık sık Hızır Aleyhisselam ile buluşurdu. Bir gün Kayseri'nin yukarı tarafındaki Saklan kalesinin batısında Hacı Bektaş-ı Veli, Hızıf Aleyhisselam ile buluştu. Orada bir kişinin kavun ve karpuz ektiğini gördüler.
Hızır Aleyhisselam ile Hacı Bektaş-ı Veli, o bostanın kıyısında bir taşın dibine oturdular. Hacı Bektaş-t Veli, ismi Bahaeddin Çelebi olan bostan sahibine; ''Kardeş! diye hitap etti. Bostan sahibi de ona ''Ne buyuruyorsunuz'' dedi. Hacı Bektaş-ı Veli de; ''Bostanından bir kavun koparıp getir, yiyelim?'' dedi. Bostan sahibi Bahaeddin Çelebi, !'Başüstüne, inşaallah olunca getiririm' deyince Hacı Bektaş-ı Veli;.''Diktiğin yeri bir kontrol et. Belki olmuştur' dedi. Bostan sahibi yine; ''inşaallah' diyerek önceki cevabı verdi. Bunun üzerine Hızır Aleyhisselam, ''Bir kere dolaş gör' buyurdu. Bahaeddin Çelebi, kendi kendine 'Bir kere dolaşayım' dedi ve bostana girdi. Birden burnuna kavun kokusu geldiğini fark etti. Birinin kökünde, üç tane iri kavunun büyüyerek olgunlaşmış olduğunu gördü. Bunlardan ikisini koparıp, birisini Hızır Aleyhisselam, diğerini Hacı Bektaş-ı Veli'ye verdi ve; ''Ey Erenler! O birisini de çoluk çocuğumuza götürelim'' dedi. Hacı Bektaş-ı Veli de bu durumu kabul etti. Onlar kavunlarını alıp Kayseri'ye döndüler. Bostancı işiyle meşgul olurken, birden aklına, (Bostan daha ekilirken kavun bittiğini cihanda kim gördü? O azizler keramet sahibi zatlarmış. Bu iş onların kerametiyle zahir oldu. Bana yazıklar olsun ki, mübarek ellerini öpmedim! dedi ve bir hayli üzüldü. Bostan ekmekten vazgeçip bir süre onları aradı. Kendi kendine; ''Son pişmanlık fayda vermez'' deyip kalan o bir kavunu koparıp evine gitti. Evinin kapısından içeri girince, Hızır Aleyhisselam ile Hacı Bektaş-ı Veli'nin misafir odasında oturduklarnı gördü. Selam vererek odaya girdi. Elindeki o kavunu getirip ortaya koydu. Hemen onların mübarek ellerini öptü. Hacı Bektaş-ı veli, bostan sahibine; ''Kavunları kes de yiyelim' dedi. Onlara vermiş olduğu iki kavun da duruyordu. Bahaeddin Çelebi hemen kavunları kesti, bir kısmını ailesine gönderdi, kalanını misafirleriyle birlikte yediler ve allahu tealaya şükrettiler. Ellerini yıkadıktan sonra Bahaeddin Çelebi misafirlerine; ''Size kim derler? Bu fakire himmet edin dedi. Hacı Bektaşı Veli; ''Bana Bektaş'ı Veli Derler. Bu azize ise Hızır Aleyhisselam derler'' dedi. Daha sonra Hacı Bektaş-ı Veli Bahaeddin Çelebilye veda etti. Sonra Hızır Aleyhisselam ile Hacı Bektaş-ı Veli Bahaeddin Çelebilye veda edip evden çıktılar. Kapının önünde ikisi de kayboldular. ''Velilerin bir nazarı kimyadır, Karataş nazar ile yakut olur' o saatte Bahaeddin Çelebi, yüksek merhaleler kat edip, Velilik mertebesine ayak bastı. Kalp gözü açıldı. Bir anda şarktan garba olan yerleri seyreyledi. Kendisine (Bostancı Baba) denildi. Bir çok kerametler gösterdi. Türbesi Kayseri'de olup ziyaret edilir.
MELİK MEHMED GAZi
Sivas'ı kendisine başkent yapan Melik Danişmed Gazi'nin oğludur. Babasının ölümü üzerine tahta çıkmıştır. Asıl adı Gümüştekin'dir. Ancak yaşının küçük olduğundan faydalanan civardaki Rumlar Kayseri'yi ele geçirmek üzere harekete geçmişlerdir. Melik Mehmet Gazi, kurtalmış'un oğlu Süleyman Şah'ın kız kardeşiyle evlenmiş ve böylece enişte kayın birlikte meydana getirdikleri bir orduyla Bizanslıları Kayseri'de büyük bir bozguna uğratmışlardır. . .
Melik Mehmed Gazi 1086'da Kayseri'yi yeniden fethedince Kayınbiraderi Süleyman Şah' ın buraya yerleşmesini sağlamış ve o da burayı kendisine karargah yapmıştır... Melik Mehmet Gazi, Süleyman Şah'ın ölümü üzerine gelip buraya yerleşmiş ve burada kendi adına bir medrese ile halen hizmet veren Camii Kebir'i yaptırmıştır...
Melik Mehmed Gazi, Kayseri'nin ikinci ve gerçek fatihi sayılır. Çünkü 0, bu fetihten sonra, Kayseri'ye gelen özellikle çevredeki Rumların saldırılarını ortadan kaldırmış, bununla da kalmayarak 1099 ve 1124'de Haçlılara karşı kesin zaferler kazanmıştır.
1134 yılında Kayseri'de vefat etmiş ve kendi adına yaptırdığı ve bugün Camii Kebir'in güney duvarına bitişik inşa ettirdiği mütevazi türbesine defnedilmiştir. . .
Kayseri'yi Rum istilasından kurtardığı gece doğan ve bu yüzden Bağı Basan adını alan oğlu da burada babası gibi kendi adına para bastıran Selçuklu Meliklerindendir. Bu durum, oğlunun da bir süre Kayseri'de babası gibi hükümdarlık ettiğini göstermektedir. Bağı Basan'ın oğlu Muzaffereddin Mahmud Bey de Kayseri'de bir dönem valilikte bulunmuştur..
MELİKGAZİ
Doğum tarihi bilinmemekle beraber, 1050'lerde doğması muhtemeldir. 1l34'te vefat etmiştir.
Anadolu'nun türkleşmesinde büyük payı olan bir Danişmendli Melikidir. Urfa, Antakya, Konya, Kayseri Kastamonu ve Çankırı'nın Danişmendililerin yönetiminde Bizanslılardan korunması sağlanmıştır.
Haçlılara ve Ermenilere karşı kazandığı zaferler kendisini şöhret haline getirmiş ve Bağdattaki Abbasi halifesi ile İran'daki Büyük Selçuklu Sultanı Sencer kendisine elçilerle hükümdarlık beratı olarak 4 bayrak, davul, altın gerdanlık ve asa göndermişlerdir.
Bastırdığı paralara, ''Emir-i Muazzam Emir Gazi'' Ünvanını yazdırdı. Çok zeki, çalışkan, kahraman ve dindar birisiydi.1134'te Malatya'da vefat etti. Cenazesi oradan Kayseri'ye getirildi. Bugün kendi adıyla anılan köydeki türbesine defnedildi.
Türbesine, İran Selçukluları iislubunda inşa edildiği için özellikle Sanat Tarihçileri tarafından büyük önem verilir.
Mehmet, Yağıbasan, aynoddevle ve Yağan adında dört oğlu da yaşadıkları 12. Asırda Anadolu'nun fethinin tamamlanmasında büyük görev ifa etmişlerdir. Bunlardan Melik Mehmet Gazi, Kayseri'nin ikinci fatihi kabul edilir.
13. asırda yaşamıştır. Doğum ve ölüm tarihleri hakkında kesin bilgi yoktur. Mezarı İncesu yakınlarındadır. Hayatını, kavun/karpuz yetiştirdiği bahçesinde geçirirdi. Kendisine bu dönemde ''Bostancı Baba'' denilmiştir. Hacı Bektaş-ı Veli ile görüştüğü ve ondan feyz aldığı rivayet edilir. Bu konudaki hadise ise şöyle anlatılır;
''Hacı Bektaş-ı Veli, sık sık Hızır Aleyhisselam ile buluşurdu. Bir gün Kayseri'nin yukarı tarafındaki Saklan kalesinin batısında Hacı Bektaş-ı Veli, Hızıf Aleyhisselam ile buluştu. Orada bir kişinin kavun ve karpuz ektiğini gördüler.
Hızır Aleyhisselam ile Hacı Bektaş-ı Veli, o bostanın kıyısında bir taşın dibine oturdular. Hacı Bektaş-t Veli, ismi Bahaeddin Çelebi olan bostan sahibine; ''Kardeş! diye hitap etti. Bostan sahibi de ona ''Ne buyuruyorsunuz'' dedi. Hacı Bektaş-ı Veli de; ''Bostanından bir kavun koparıp getir, yiyelim?'' dedi. Bostan sahibi Bahaeddin Çelebi, !'Başüstüne, inşaallah olunca getiririm' deyince Hacı Bektaş-ı Veli;.''Diktiğin yeri bir kontrol et. Belki olmuştur' dedi. Bostan sahibi yine; ''inşaallah' diyerek önceki cevabı verdi. Bunun üzerine Hızır Aleyhisselam, ''Bir kere dolaş gör' buyurdu. Bahaeddin Çelebi, kendi kendine 'Bir kere dolaşayım' dedi ve bostana girdi. Birden burnuna kavun kokusu geldiğini fark etti. Birinin kökünde, üç tane iri kavunun büyüyerek olgunlaşmış olduğunu gördü. Bunlardan ikisini koparıp, birisini Hızır Aleyhisselam, diğerini Hacı Bektaş-ı Veli'ye verdi ve; ''Ey Erenler! O birisini de çoluk çocuğumuza götürelim'' dedi. Hacı Bektaş-ı Veli de bu durumu kabul etti. Onlar kavunlarını alıp Kayseri'ye döndüler. Bostancı işiyle meşgul olurken, birden aklına, (Bostan daha ekilirken kavun bittiğini cihanda kim gördü? O azizler keramet sahibi zatlarmış. Bu iş onların kerametiyle zahir oldu. Bana yazıklar olsun ki, mübarek ellerini öpmedim! dedi ve bir hayli üzüldü. Bostan ekmekten vazgeçip bir süre onları aradı. Kendi kendine; ''Son pişmanlık fayda vermez'' deyip kalan o bir kavunu koparıp evine gitti. Evinin kapısından içeri girince, Hızır Aleyhisselam ile Hacı Bektaş-ı Veli'nin misafir odasında oturduklarnı gördü. Selam vererek odaya girdi. Elindeki o kavunu getirip ortaya koydu. Hemen onların mübarek ellerini öptü. Hacı Bektaş-ı veli, bostan sahibine; ''Kavunları kes de yiyelim' dedi. Onlara vermiş olduğu iki kavun da duruyordu. Bahaeddin Çelebi hemen kavunları kesti, bir kısmını ailesine gönderdi, kalanını misafirleriyle birlikte yediler ve allahu tealaya şükrettiler. Ellerini yıkadıktan sonra Bahaeddin Çelebi misafirlerine; ''Size kim derler? Bu fakire himmet edin dedi. Hacı Bektaşı Veli; ''Bana Bektaş'ı Veli Derler. Bu azize ise Hızır Aleyhisselam derler'' dedi. Daha sonra Hacı Bektaş-ı Veli Bahaeddin Çelebilye veda etti. Sonra Hızır Aleyhisselam ile Hacı Bektaş-ı Veli Bahaeddin Çelebilye veda edip evden çıktılar. Kapının önünde ikisi de kayboldular. ''Velilerin bir nazarı kimyadır, Karataş nazar ile yakut olur' o saatte Bahaeddin Çelebi, yüksek merhaleler kat edip, Velilik mertebesine ayak bastı. Kalp gözü açıldı. Bir anda şarktan garba olan yerleri seyreyledi. Kendisine (Bostancı Baba) denildi. Bir çok kerametler gösterdi. Türbesi Kayseri'de olup ziyaret edilir.
MELİK MEHMED GAZi
Sivas'ı kendisine başkent yapan Melik Danişmed Gazi'nin oğludur. Babasının ölümü üzerine tahta çıkmıştır. Asıl adı Gümüştekin'dir. Ancak yaşının küçük olduğundan faydalanan civardaki Rumlar Kayseri'yi ele geçirmek üzere harekete geçmişlerdir. Melik Mehmet Gazi, kurtalmış'un oğlu Süleyman Şah'ın kız kardeşiyle evlenmiş ve böylece enişte kayın birlikte meydana getirdikleri bir orduyla Bizanslıları Kayseri'de büyük bir bozguna uğratmışlardır. . .
Melik Mehmed Gazi 1086'da Kayseri'yi yeniden fethedince Kayınbiraderi Süleyman Şah' ın buraya yerleşmesini sağlamış ve o da burayı kendisine karargah yapmıştır... Melik Mehmet Gazi, Süleyman Şah'ın ölümü üzerine gelip buraya yerleşmiş ve burada kendi adına bir medrese ile halen hizmet veren Camii Kebir'i yaptırmıştır...
Melik Mehmed Gazi, Kayseri'nin ikinci ve gerçek fatihi sayılır. Çünkü 0, bu fetihten sonra, Kayseri'ye gelen özellikle çevredeki Rumların saldırılarını ortadan kaldırmış, bununla da kalmayarak 1099 ve 1124'de Haçlılara karşı kesin zaferler kazanmıştır.
1134 yılında Kayseri'de vefat etmiş ve kendi adına yaptırdığı ve bugün Camii Kebir'in güney duvarına bitişik inşa ettirdiği mütevazi türbesine defnedilmiştir. . .
Kayseri'yi Rum istilasından kurtardığı gece doğan ve bu yüzden Bağı Basan adını alan oğlu da burada babası gibi kendi adına para bastıran Selçuklu Meliklerindendir. Bu durum, oğlunun da bir süre Kayseri'de babası gibi hükümdarlık ettiğini göstermektedir. Bağı Basan'ın oğlu Muzaffereddin Mahmud Bey de Kayseri'de bir dönem valilikte bulunmuştur..
MELİKGAZİ
Doğum tarihi bilinmemekle beraber, 1050'lerde doğması muhtemeldir. 1l34'te vefat etmiştir.
Anadolu'nun türkleşmesinde büyük payı olan bir Danişmendli Melikidir. Urfa, Antakya, Konya, Kayseri Kastamonu ve Çankırı'nın Danişmendililerin yönetiminde Bizanslılardan korunması sağlanmıştır.
Haçlılara ve Ermenilere karşı kazandığı zaferler kendisini şöhret haline getirmiş ve Bağdattaki Abbasi halifesi ile İran'daki Büyük Selçuklu Sultanı Sencer kendisine elçilerle hükümdarlık beratı olarak 4 bayrak, davul, altın gerdanlık ve asa göndermişlerdir.
Bastırdığı paralara, ''Emir-i Muazzam Emir Gazi'' Ünvanını yazdırdı. Çok zeki, çalışkan, kahraman ve dindar birisiydi.1134'te Malatya'da vefat etti. Cenazesi oradan Kayseri'ye getirildi. Bugün kendi adıyla anılan köydeki türbesine defnedildi.
Türbesine, İran Selçukluları iislubunda inşa edildiği için özellikle Sanat Tarihçileri tarafından büyük önem verilir.
Mehmet, Yağıbasan, aynoddevle ve Yağan adında dört oğlu da yaşadıkları 12. Asırda Anadolu'nun fethinin tamamlanmasında büyük görev ifa etmişlerdir. Bunlardan Melik Mehmet Gazi, Kayseri'nin ikinci fatihi kabul edilir.
Geri: DADALOĞLU
Perş. Haz. 10, 2010 6:57 pm
Huzurlu yıllar: Kayseri`de Osmanlı dönemi [Resimleri görebilmek için üye olun veya giriş yapın.]Önceki dönemlerin aksine Kayseri'de Osmanlılar dönemi, bazı ayaklanmaların doğurduğu iç huzursuzluklar dışında oldukça sakin bir dönemdir. Kayseri, doğuya gerçekleştirilen seferler esnasında padişahların uğrak noktası olmuştur. [Resimleri görebilmek için üye olun veya giriş yapın.]Kayseri’nin ilk Osmanlı Hakimiyeti ile tanışması Yıldırım Bayezid dönemine rastlamaktadır. 1394-1395 yıllarında Sultan Yıldırım Bayezid, Anadolu'ya yaptığı sefer sırasında Kayseri'yi Osmanlılara katmıştır. Ancak Yıldırım'ın geri dönmesinden hemen sonra Kadı Burhaneddin şehre tekrar hakim olmuştur. Daha sonra 1398'de Kadı Burhâneddin'in Akkoyunlu Devleti’nin kurucusu olarak sayılan Kara Yülük Osman Bey tarafından öldürülmesi ile bu bölgelerin hakimiyeti kısa bir süre Kara Yülük Osman Bey'e geçmiştir. Kadı Burhaneddin’nin yardımcılarının bir bölümü her ne kadar tahta oğlu Zeynelabidin’i geçirmek isteseler de büyük çoğunluk Yıldırm Bayezid’e itaat etmenin daha doğru olacağına karar vermiştir. Yıldırım Bayezid davet üzerine bu bölgeye bir ordu göndererek Sivas ve Kayseri'yi Osmanlı Devleti'ne bağlamıştır (1398-1399). Timur'un 28 Temmuz 1402 tarihinde Ankara Savaşı ile kazandığı zaferle beraber Anadolu hâkimiyeti Osmanlılardan çıkar ve Kayseri bölgesi Timur tarafından Karamanoğulları’ndan Dursun Bey’e verilmiştir. Bundan sonra Kayseri Osmanlı topraklarına saldıran Karamanoğulları’na karşı birçok sefer düzenler. Nihayetinde Karamanoğlu ibrahim Bey, ağır şartlar altında Sultan II. Murad ile anlaşmak zorunda kalır ve Osmanlılara tabi olur. Karamanoğlu ibrahim Bey, idareyi son zamanlarda oğlu İsak Bey'e devretmiş, Kayseri şehrini de amcası Emir Musa'ya vermiştir. Emir Musa'nın oğullarından biri olan Pir Ahmed Osmanlı Padişahı II. Mehmed (Fatih)'in desteği ile hükümdarlığını ilan etmiştir. İşte bu günlerde Pir Ahmed'in II. Mehmed'e bağlılık göstererek, tamir ettirdiği Kayseri Kalesi'ne 870 (1466) tarihli kitabeyi koydurduğu anlaşılmaktadır. Ancak bu bağlılık çok uzun sürmez ve Pir Ahmet ile kardeşi Kasım Bey, İçel ilinde bir çok yeri yağmalamıştır. Bunun üzerine Fatih Sultan Mehmet Han Karamanoğlu mesesine bir son vermek amacıyla Gedik Ahmet Paşa’yı Karamanoğulları’nın üzerine göndermiştir. Şehzade Mustafa ile beraber Gedik Ahmed Paşa, Pir Ahmed Bey'i gafil avlayarak Ermenek Kalesi'ni, hazineyi ve ailesini ele geçirmiştir. Pir Ahmed ise kaçarak Uzun Hasan'ın yanına sığınır. [Resimleri görebilmek için üye olun veya giriş yapın.]1474 yılında Karamanoğulları meselesinin nihayetlendirilmesinden sonra Karaman valiliğine Şehzade Mustafa tayin edilir. Ancak Develikarahisar'da Karamanoğulları kumandanı Atmaca Bey direnmeye devam etmiş ama bir sonuca varamayacağını anlayınca kaleyi Şehzade Mustafa’ya devretmiştir. Fakat kendisine Karamanoğulları’ndan yardım gelmeyeceğini anlayarak kaleyi Şehzade Mustafa'ya teslim etmek istediğini bildirmişti. Bunun için esasen hasta olan şehzade kaleyi teslim almış, ancak dönüşte Bor'da ölmüştür. Bu suretle Karaman işi sona ermiş, Kayseri de Osmanlı topraklarına katılmış olur. Şehzade Mustafa ölümünden sonra Karaman valiliğine Cem Sultan getirilmiştir. Kayseri Osmanlı dönemine geçtikten sonra hiç savaş görmemiştir. Fakat Doğu seferine çıkan padişahlar, Yavuz Sultan Selim, Kanuni Sultan Süleyman ve IV. Murad hem asker toplamak, hem de halka destek ve moral vermek için Kayseri'ye uğramışlardır. Yavuz Sultan Selim, Çaldıran ve Mısır seferlerinde Kayseri'ye uğramış ve 4 gün kalmıştır. Çaldıran Savaşı'na giderken Kayseri'de dört gün kalan Yavuz'un ordusuna buradan çok sayıda asker katılmıştır. Yine Kanuni Sultan Süleyman, Irak Seferi'nde Kayseri'ye uğrayarak dört gün kalmıştır. Sutan IV. Murad ise Revan Seferi esnasında Kayseri'ye uğrayarak beş gün kalmış ve hazırlık yapmıştır. Kayseri'de ilk nüfus sayımı 1520'de yapıldı. O tarihte 10 nahiye, 86 köy, 276 mezra ile Yeşilhisar kazasının bağlı olduğu şehrin toplam nüfusu 38.798 kişiydi. Osmanlı yönetiminin ilk dönemlerinde Kayseri doğuda sınır şehri olması nedeniyle fazla güvenli değildi. Bu nedenle nüfus artışı yavaş oldu. Yavuz'un seferlerinden ve özellikle Memluklu tehlikesinin bitmesinden sonra şehrin nüfusu hızlı bir artış gösterdi. Ticaret ise oldukça hareketli idi. Bedesten civarında sarraflar, haffaflar (ayakkabıcılar) bulunuyordu. Debbağcılık (deri işlemeciliği) ileri durumdaydı. Şehirde çullalı, hallaç, kasab, taşçı, zaviyedar, hattat, türbedar, nalbant, kaşıkçı, bezirci, sabuncu, korucu, tellal, merkebci, gülcü vs. gibi muhtelif meslek dallarının bulunduğu, kayıtlarda yer almıştır. 16. yüzyılda Kayseri, 20.000'i geçen nüfusuyla Anadolu'nun büyük şehirlerindendir. Sicillerde yer alan çeşitli vergi kayıtlarından bu nüfusu belirlemek mümkün olmaktadır. 17. yüzyılda da Kayseri, sur içinde düzenli bir şehircilik yapısına sahipti. Bu dönemde canlı bir imar faaliyeti göze çarpmaktadır. Meydan kapısı dışında büyük bir çarşı oluşmuştu. Hisar önünde bir ekmekçi fırını, bir kahve tahmisi ve 11 dükkan, bir kahve dükkanı, bir bakkal dükkanı, 4 arabacı dükkanı inşa edilmişti. Kayseri Bedesteni Bursa'daki Mustafa Bey Evkafı'na bağlıydı. 1675 tarihli bir kayda göre, Bedesten'in 3 tarafına bitişik olarak 6 dikici dükkanı, 2 derzi, bir hallaç dükkanı, 36 kuyumcu dükkanı olmak üzere 55 dükkan bulunmaktaydı. Değişik kaynaklarda verilen farklı rakamlar ve yapılan sayımlar topluca değerlendirilerek ortalaması alındığında, 16. yüzyılın başlarında 38 bin olan nüfusun, aynı yüzyılın sonunda 33 bine düştüğü görülmektedir. Şehir giderek fakirleşmiş ve nüfusu 17. yüzyılın başlarında 23 bine, aynı yüzyılın sonlarına doğru 20 binin altına inmiştir. Nüfus azalmasının en önemli sebebi, Rumeli'de fethedilen yerlere göçün teşvik edilmesidir. Gerileme döneminde göç tersine dönünce nüfus tekrar artmıştır. Şehrin istikrarsız bir gelişme gösteren nüfusu, 18. yüzyılın ortalarında 30 bine yükselmiştir. 19. yüzyıla gelindiğinde, Kayseri'deki gelişimin ve imar faaliyetlerinin devam ettiği görülür. İç kalenin güneybatısında yer alan ve daha önce bir yangın geçiren Kapalıçarşı, 1859 yılında halk tarafından yeniden inşa edilmiştir. Çarşıda 800 dükkan yer almaktaydı. Kapalı çarşının yapımı, şehirdeki ticaretin canlılığının bir göstergesidir. Yine 1803 yılında Atpazarı'nda 18 dükkan, 1806 yılında hükümet dairesinin yanında bir askeri kışla inşa edildiği bilinmektedir. İmar hareketlerinin yanısıra şehir 1835 yılının Ağustos aynıda büyük bir felaket yaşamıştır. Sözkonusu tarihte meydana gelen depremde, birçok ev yıkılmış veya harap olmuş, 1064 kişi de hayatını kaybetmiştir. 19. yüzyılın bazı dönemlerinde şehir nüfusu ile ilgili şu bilgiler mevcuttur: 1831'de yapılan sayıma göre şehirde 13.466 erkek nüfus yaşamaktaydı. 1892 yılına ait Ankara Vilayet Sahıamesi'nde ise 49.498 nüfus olduğu belirtilmektedir. Nüfusa ait bu rakamlar şehrin alan olarak da büyüdüğünün kanıtlarıdır. Nüfustaki bu artış ve buna bağlı olarak da şehrin alansal gelişiminde rol oynayan birtakım faktörler vardır. Söz konusu etkenlerin başında şehrin ticari fonksiyonu gelmektedir. Sancak merkezi olması nedeniyle idari fonksiyonun da bu konuda payı olduğunu belirtmeliyiz. Cuinet'nin belirttiğine göre, şehirde 6 kervansaray bir hastane ve ticaret mahkemesi vardı . Belediye teşkilatı ise 1871 yılında kurulmuştu. Yüzyılın sonuna doğru küçük sanayinin gelişmekte olduğu görülür. Bunun yanında başından beri Kayseri için en önemli geçim kaynağı olan ve ova tabanında sürdürülen tarım da göz önüne alınırsa, bütün bu faktörlerin biraraya gelmesi, şehrin nüfus ve buna bağlı olarak da alan bakımından büyümesini sağlamıştır. 20. yüzyıla gelindiğinde, şehrin daha önceki dönemlere oranla iyice geliştiği görülür. Yüz yıl başında Ahmet Nazif Efendi, Osmanlı Devleti'nin resmi belgelerine dayanarak şehir nüfusunu 56.178 olarak bildirmektedir. Yine bu dönemde şehirde 108 mahalle bulunmaktaydı. Yüzyılın başındaki Kayseri, dar sokakları, bu sokakların kesiştiği yerlerde veya cami, mescid, okul önlerindeki organik meydanları ve çıkmaz yolları ile bir ortaçağ şehri görünümü taşımaktaydı. Bu dönemde Kayseri'de 12.811 hane, 3.722 dükkan ve mağaza, 120 fırın, 30 han, 11 hamam, 250 ambar ve samanlık, 150 cami ve mescid, 56 sıbyan mektebi, 6 erkek ilkokulu, 3 kız ilkokulu, 8 kilise, 2 kütüphane, 39 medrese, 123 çeşme ve sebil, 31 tekke ve zaviye, 1 kıraathane, 1 hükümet konağı, 1 askerlik dairesi, 1 cephanelik, 1 belediye konağı, 1 gureba hastanesi, 1 mülki idadi, 2 belediye bahçesi ve 1 güherçile fabrikası bulunmaktaydı. Ahmet Nazif, bu dönemde şehirdeki ticaret hakkında şu bilgiyi vermektedir. "Kayseri'deki ticaret türü çeşitli ise de başlıca iki kısma ayrılır: Birisi nakdi sermayesi ile ticaret yapan servet ve zenginlik sahipleri, diğeri küçük sanat ve el emeği ile çalışan çiftçi, teymurcu, kuyumcu, saatçi gibi çalışan sanatkarlardır. Bu son uğraşının çeşidi kırkı geçer". Bu özellikleri ile Kayseri, yüzyılın başında, nüfusu, idari fonksiyonu, gelişmiş ticareti ile günümüz koşullarındaki orta büyüklükte bir şehir özelliği göstermekteydi. [Resimleri görebilmek için üye olun veya giriş yapın.] KAYNAKÇA: Kayseri il Yıllığı 1998, Kayseri Valiliği; Kayseri, Abdullah Kılıç, Kocasinan Belediyesi; Geniş Kayseri Tarihi, Halit Erkiletlioğlu; Kayseri Şehri, Halil Edhem, Kemal Göde | |
| [Resimleri görebilmek için üye olun veya giriş yapın.] |
Bu forumun müsaadesi var:
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz